8 Nisan 2020 Çarşamba

Gölgelerin Esaretsizliği

En karanlık gölgelerin içinde saklanıyorum. Yaralarım var hala kanayan ve asla kapanmayacağını düşündüğüm üzüntülerim var. Eğer görürlerse beni, yenilerini açacaklar biliyorum. O yüzden görünmek istemiyorum, fark edilmek istemiyorum. Dönüp bakarlarsa, gözlerime canım yanar. Ya bir daha bana bakan gözlere aşık olursam, ya olur da en karanlık gölgelerimin içinden seversem onu? Sonra ben ne yaparım? Yine kaybolurum... Tıpkı şimdi olduğum gibi hatta belki daha derinlere, daha karanlıklara. Karşıma çıkan herkes yorulduğunu söylüyor, mücadele edecek gücü olmadığını. Peki ya ben? Konuşurken sizler, ben dimdik ayakta mı duruyorum sanıyorsunuz? Charles Bukowski'nin Mavi kuş şiirindeyim sadece,'' bir mavi kuş var yüreğimde herkesten saklıyorum onu...'' Onu anlıyorum, yaraları olan herkesi anlıyorum ama yanıyor canlar. Yüreğim bir yangın yeri misali, binlerce alan yanmış, her bahar geldiğinde açan çiçeklerimi kopartıyorlar. Ve ben her ekimde nadasa çekiyorum onları. Belki bir gün değişir diye. Bir başlangıcın en sonuna geldiğiniz zaman ve bunu tekrar tekrar tekrar tekrar... yaşadığınız zaman yavaş yavaş yitiriyorsunuz. Biraz kendinizden, biraz karakterinizden, biraz duygularınızdan. Biraz biraz biraz biraz ve sonra kayboluyorsunuz. Ben kayboluyorum, hepimiz kayboluyoruz. Gölgelerin ardına saklanıyorum çünkü orada kalırsam zarar görmem. Güneş doğmaz üzerime, parlamam o zaman esenlikle ve gözlerini çevirip bakamazlar bana. Gölgeler ve karanlık benim yegane dostlarım haline gelmişler. Olur da bir gün indirirsem gardımı, güneş doğuyor bazı sabahlar penceremden. Ve o zaman cahit afir aklıma düşüveriyor; ''Ne olur gün eksilmesin penceremdem...'' ve bir daha konuşuyor Charles Bukowski ''yat lan aşağı diyorum ona, ocağıma incir ağacı dikmek mi niyetin?'' En sonunda kendi kısır döngümde hapis şekilde kalıyorum.
x

1 Nisan 2020 Çarşamba

Gülümse çünkü gidiyorlar

O en büyük kırılmaların içinde bir suskunluğun daha sonuna geldik. Hep terk edilmiştim tam da en savunmasız olduğum anlarda tam da sevdiğim anlarda terk edilmiştim. Bu gidişlerin bir anlamı olmalı mıydı? Yoksa sadece gidiyorlar mıydı? Binlerce kez hatta belki yüz binlerce kez kal demiştim. Her gün uyandığımda kal demeyeceğim diyordum ama yüreğim dinlemiyordu işte. Yine kal diyordum, yine kalmasını istiyordum. Hep gidiyorlardı. Hiç kalmıyorlardı. Tam kendi başıma alıştığım zamanda, yalnızlığıma alıştığım zamanda giriyorlardı hayatıma. Başımın çaresine bakmayı öğrendiğim zaman... Mesela patlayan ampülleri kendim değiştiriyordum, duvarlara çivileri kendim takıyordum ve evet yapabilirim diyordum. Tam o anda geliyorlardı, ittikçe, itildikçe daha da çok üstüme geliyorlardı. Bir şans... Değer miydi sahiden şans vermeye... Değerdi diyordum, belki bu sefer farklı olurdu... Tabiki sessizce, bir elveda bile demeden gidiyorlardı. Bir suskunluğun daha sonuna geldik. Sahiden kimse düşünmüyordu, sahiden kimse umursamıyordu. Sevdik mi? Sevildik mi? Bunlar bile havada kalan sorulardı. Cevaplayamadığım, cevaplayamacağım sorularla, duvarlarla en yeni baştan kendimle kalıyordum. Zaten hep kendimle kalıyordum da işte hayat...Kızmak istiyorum mesela, niye geldin ki demek istiyorum, ben itmiş olmama rağmen, ben kaçmış olmama rağmen. Sonra kızamıyorum; sende yüreğini açtın diyorum. Sonuçta bu suskunluğu da tek taraflı oluşturmadın değil mi? Yine sonuna geldik. Hep sonuna geliyordu. Bir kere yeni bir kapak açılsa, içinden bir çiçek düşse ve üzerinde şöyle bir not yazsa gülümse. Olmuyordu işte, hep susuyorduk, hep gidiyorlardı.

28 Mart 2020 Cumartesi

Anomalinin Normalliği

Son kez gülüyorduk hep birlikte, son kez sarılıyordum sevdiğime. Bir daha ne zaman duyacaktım kokusunu, bir daha ne zaman bir araya gelecektik? Bunlar kafamın içinde sonsuz zaman çarkının döndüğü hızda dönüyordu. Yüzümün arkasında geriye çok geriye saklamaya çalışıyordum tüm endişe ve şüpheleri. Ve sonra ağzımdan kaçmıştı işte, kendinize iyi bakın ne zaman görüşeceğimiz belli değil, demiştim. Herkesin kanı dondu, bense buz kestim. Yine her zaman olduğu gibi kimsenin dile getiremediği acı gerçeği dillendirmiştim.Son kez hepsinin gözünün içine baktım, acaba kaç kayıp verecektik? Acaba hangilerini son görüşüm olacaktı ya da hangilerini gerçekten yürekten hatırlayacaktım? Eve gittim, tüm gece sabaha kadar ağladım. O zamana kadar tüm kaybettiklerime ağladım ve ileride kaybedecek olabileceğim şeylere ağladım. Kimse görmüyordu, pek öngörüsü yüksek olmadığından değil, kabul etmek istemedikleri içindi. Ertesi gün oldu, işler daha da ciddiye biniyordu, insanlar ailelerinin yanlarına dönüyordu çünkü kendilerini güvende hissettikleri tek alan orasıydı. Son kez gördüm onu, son olduğunu bile bile, içime ağlaya ağlaya son kez gördüm. Neyin var demişti, yarım bir gülümsemeyle hiç dedim. Halbuki içimde büyük bir kavga vardı, anlat ona endişelerini, anlat ona şüphelerini diyordu. Gülümsedi ve biraz uzaklaştırdı aklımı. Kapıyı kapatınca sanki her şey eski günlerde olduğu gibi hayat normal akışında olduğu davranıyorduk. Hayatta her zaman yaptığı şey kaçmaktı. Tebrik etmem gerekir ki bu zamana kadar gördüğüm en başarılı kaçışları yapıyordu. Sadece bir iki kelime söylemişti, bir şey olursa haber et, bir ihtiyacın olursa söyle demişti ve hemen kapatmıştı. İçimden güldüm, sahi beni mi düşünüyordu, kafam karışıktı. Kafam her zaman karışıktı. Bir kere olsun toplu olduğunu görmedim. Her zaman onu dağıtacak, bulandıracak, karıştıracak şeyler vardı. Takıntılarım vardı, kendime acımalarım. Evet şimdi gidiyordu, hazırlanıyordu işte. Yatağın ucuna çöktüm, daha fazla tutamıyordum galiba göz yaşlarını. Ciğerlerim dışarı çıkana kadar ağlamak istiyordum çünkü büyük bir belirsizlik vardı. Hayatım boyunca en büyük kabuslarım ''belirsizlikler''di. Ve bir kabusun içine düşmüştüm. Ağlama, ağlama diye kendi kendime söylüyordum ama dizlerimin üzerine kapaklanıp haykırmaya çok az kalmıştı. Yanıma oturdu, neyin var dedi. Hiç dedim, dolu gözlerle. Sorun yok geri geleceğim dedi, hep böyle söz vermezler miydi zaten. Bugüne kadar giden herkes hep böyle söylemişti. Geri geleceğim, hiç biri gelmedi. Herkesin dönmemek için iyi bir bahanesi vardı. Hemde herkesin... Eğer sevmek bir zaferse, ben yenilmiştim. En büyük savaşlardan sağ çıkarak yenilmiştim. Her şeyin içinde, en karanlığı gecede...
x

25 Mart 2020 Çarşamba

Kayboldum

Zaman geçtikçe zihnimin içinde ki tüm anılar birbirine karışmaya başlıyordu. Sürekli olarak daha önce hiç hatırlamak istemediğim, en derine gömdüğüm geçmişin hortlakları çıkıyordu karşıma. Onları savuşturmayı başarırsam bu seferde mutlu olduğunu sandığım anılar birbirine karışmaya ve sürekli geçmişin izlerin de beni takip ediyordu. Bu dört duvar içinde, bu cehennem de her şey zihnimin içinde olup bitiyordu. Ve ben öylece eriyip gidiyordum. Mutlu muydum yoksa canım mı yanıyordu? Daha geçen hafta çok seviyordum... Şimdi ne olmuştu? İki gün önce neşeyle hatırladığım, vuslat çektiğim her şey şimdi sadece içi boş tencere misali anlamsız geliyordu. Anılara karşı olan şefkatimi, duygulara karşı olan tutkularımı kaybediyordum. İçimde ölen biri var! Yetişin. Hayır kimse yetişmiyordu ve içimdekiler ölmeye devam ediyordu. Her gün birini kaybediyordum içimden.. İlk olarak endişe ele geçirmişti. Onun hüküm sürdüğü günlerde neşemi kaybetmiştim. Ve mutlu anılarımı da ele geçirmişti paranoya, geriye dönüp sahiden bu böyle mi olmuştu? Orada bunu mu kast etmişti? diye düşündürtüyordu bana. Sonra bir hüzün, tanıdık bir dosttu aslında tüm bu beni nefretle dolduran duygular arasında. Hoşgeldin dedim, zihnimin duvarlarını kaplayan bir menteşe var. Başımı sıkıştırmak için yemin etmiş galiba. Hüzün yanında ne getirmişti böyle? Yüreğimde hissettiğim bir parça duygu vardı, onu da yitirip gidiyordum işte. Hüzünle oturmuş birbirimizin yüzlerine bakarken, inancımın toplanıp gittiğini gördüm. Ve kaybetmiştim, her gün kazanmak için mücadele verdiğim, neşeyle doldurmaya çalıştığım hayatımda kaybetmiştim. Hem aklımı, hem duygularımı. İçimde tuttuğum binlerce şey. Sustuklarım ve anlattığım zaman alacağım cevaplardan korktuğum şeyler. Bunca yıllık ömrümde her zaman susmuştum ve hep sustuğumu bildikleri için benim yanımda konuşurlardı. Çoğu zaman bunlar üzerinde düşünürdüm, eğer konuşursam aslında hakkımı savunabilirdim. Eğer konuşursam kendimi daha iyi hissederdim, eğer konuşursam onların bana yaptığı gibi bende onların kalbini kırabilirdim. Hayır yine susmuştum ve şimdi tüm anılar, tüm duygular zihnimin duvarlarında birbiriyle çarpışarak yok olmuşlardı.x

24 Mart 2020 Salı

Duvarların İçinde

İlk önce ev küçük gelmeye başlamıştı. Her şey tam olarak böyle başlamıştı. Bu tavan neden alçaktı? Bu duvarlar neden geniş değildi? Acaba yerler yamuk muydu? Diyerek duvarlarla kavga ediyordum. Sonra ertesi gün oldu. Kapılar batmaya başlamıştı gözüme. Tam tamına 15 tane kapı vardı, bir eve göre çok fazla kapı demek değil miydi? Ah bu duvarlar, ah bu kapılar, ah bu pencere. Her biriyle tek tek kavga ediyordum işte. Delirmek tam olarak nasıl bir histi bilmiyordum çünkü daha önce delirmiş ya da deliliğin kenarından bile geçmiş biriyle konuşmamıştım. Ama galiba ben o sınıra çok yakındım. Bir keresinde arkadaşım, ''Güneş, dahilikle delilik arasında çok ince bir çizgi vardır, tüm büyük dahiler o ince çizgide yürürler'' demişti. O günden sonra ne zaman delirdiğimi düşünsem hep o ince çizgi de yürüdüğümü hayal eder ve yanlışlıkla biraz sınırı kaçırdığımı düşünürdüm. Evet kendimi bir dahi olarak hayal ediyordum ama hayır bir dahi değildim. Ben sadece delirmenin ince çizgisinde yürüyen öylesine biriydim. Sadece öylesine biri. Sokaktan geçen yüzlerce insan için kullandığımız sıradan bir kelime tamlaması. Oysa ki benim canımı çok yakardı çünkü bu Dünyadan silinip gittiğimiz zaman ne kalacaktı bizden geriye hep merak etmişimdir. Bir avuç kemik yığınından başka... İşte tam olarak her şey duvarlarla kavga etmeye başladığım, kapıların gözüme battığı zaman başlamıştı. Bu benim hikayemdi, yani öyle olmasını isterdim. Muhtemelen değildi ve hiç bir zaman olmayacaktı. Hayata dair büyük umutlarım ve hayallerim vardı. Ama zorluklar karşıma çıktığı zaman yorganın altına saklanır ve günlerce ağlardım. Kendini dahi gören birine göre biraz komik geliyor demi? Hayat ne yazık ki sosyal medyalarımız da gösterdiğimiz gibi mutlu ve huzurlu değildi. Ve herkesin savaşacak çok büyük gücü yoktu. Eğer tekil konuşmak gerekirse en azından benim yoktu. Hep bir hikayem olsun isterdim, romantik komedi filmlerinde olduğu gibi rastgele hayatımın aşkı bir yerden çıksın, büyük aksiyon filmlerinde olduğu gibi hadi diyip hayatımın yolculuğuna çıkayım ya da hollywood filmlerinde olduğu gibi bir anda keşfedilip yıldız olayım. Hayır bir hikayem yoktu, öylesine biriydim işte. Ne bir eksiktim bu hayatta ne de bir fazlaydım. Uyudum, uyandım ve yine bir gün bitirdim işte. Büyük hayallerim, büyük umutlarım vardı. Zihnimin duvarlarında zincire vurulmuştu hepsi. Ne zaman birine hayallerimden, hayatımdan bahsedecek olsam mutlaka orada bana ket vuracak birileri ortaya çıkardı. Sanki bu tarz insanlara ait bir topluluk vardı, eğer birileri hayallerinden bahsederse mutlaka ket vurun denmişti ve hayal kelimesini duyunca birden ortaya çıkıyorlardı işte. Peeeh... Uyudum, uyandım ve sıradan bir gün işte. Ne bir romantik komedi var ne de bir aksiyon. Bu benim hikayem değildi ve bu gidişle asla bana ait olmayacaktı zaten. Öylesine bir gün ve sıradan öylesine bir ömür işte.